1 Haziran 2014 Pazar

Faruk Teber: ‘Sinema her şeyi göstermek değildir! Sinema anlatmaktır’


Amatör senaristlerin senaryolarını yarıştıracağı bir uzun metraj senaryo yarışmasında bir araya geldik kendisiyle. Yılların başarılı yapımlarının altına imzasını atmış bir yönetmen O, ama üşenmemiş, gelmiş ve ‘sinemaya destektir’ deyip yüzlerce senaryoyu bir bir okumak gibi sabır sınayan cinsten bir işin altına girmeye gönüllü olmuş. Ayrıca, camiada dünü, bu günü ve arada değişime kurban gidenleri erinmeden anlatan, çizgiyi bozmadan nasıl izlenir işler yapılacağını başarıyla örneklendiren ve bu işe hevesi olana sırt çevirmeyen bir yönetmen Teber. Ben dizi ve film camiasından bahsederken ‘sektör’ kelimesini kullanmış olabilirim ama O böyle demiyor, ‘piyasa’ kelimesini daha uygun buluyor. Ya da bir yapımda çarpıcılığı hedeflerken göze, gönle eziyet etmeden de başarılı işlerin nasıl ortaya çıkabileceğini kolayca özetliyor. Yoğun emekler sonucunda ortaya çıkmış onlarca işin ziyan olup gitmemesi ya da vicdan azabına dönüşmemesi için de söyleyeceklerine kesinlikle kulak verilmeli. Teber ile, bir kısmımızın ‘illallah’ dediği, bir kısmımızın beğenerek takip ettiği, bir kısmımızın ise çok da ilgilenmediği ama asla uzak kalamadığı günümüz televizyon dizilerinden, Türk sinemasına, camianın sorunlarından, izleyicinin mağduriyetlerine kadar, Allah ne verdiyse, vakte ve satırlara sığdırabildiğimizce söz ettik. Sığamayanlar ise, artık belki başka bir buluşmanın bahanesi olacak… Teber’in tecrübeyle sabit tespitleri ve cesur olduğu kadar da samimi ve keyifli sohbeti sizlerle… Mutlu pazarlar efendim…



VİZYONDA ÇOK FAZLA DİZİ GÖRÜYORUZ ANCAK SİNEMA FİLMİ ÇOK SIK SİNEMA FİLMİ ÇEKİLMİYOR. ÜLKEMİZDE SİNEMA FİLMİNDEN ÇOK DİZİYE ÖNEM VERİLİYOR GİBİ SANKİ… SİZCE DE DURUM BÖYLE Mİ?

Evet, ülkemizde çok fazla televizyon dizsi var. Çünkü televizyon seyretmek çok ucuz bir eğlence yöntemi ve bizim toplumumuz da zengin bir toplum değil. Bu nedenle sektör temsilcileri de bakmışlar ve ‘Bu toplum bir şeylerden kolayca etkilenip ağlamayı da seviyor, gülmeyi de zaten seviyor’ demişler belli ki ve bu furya başlamış diye düşünüyorum. Tabii dizileri besleyen ciddi bir reklam geliri de var ve bu gelir besleyici unsur. Bu da işin kapital boyutu ve maalesef bizi de en çok bu ilgilendiriyor. Her şey paraya dökülmüş durumda demek de acımasızca olmaz herhalde. Hal böyle olunca da maliyeti daha yüksek olan sinemayla pek ilgilenilmeyip, diziye yükleniliyor. Ama bu yüklenme sonucunda üretim de sıkıntıya giriyor. Yapımcılar proje yok diye yakınmaya başlıyorlar. Bakın bu sene çok çok tutmuş neredeyse bir çalışma bile yok. Toplumun psikolojisi de çekilen dizilerin tutup tutmaması ya da dizilerin türü noktasında belirleyici unsur olma özelliğini taşıyor. Mesela güncel durum, dram türündeki dizilerin tutmaması yönünde ilerledi. İnsanlar keyiflenmek, gülmek, neşelenmek istiyorlar. Çünkü zaten hayat şartlarımız çok iyi değil, aşırı mutlu değiliz ki… Toparlamak gerekirse, halk daha ucuza ulaşabileceği hizmetleri istiyor, üretim de o noktadan hareketle şekilleniyor.



DİZİLERİ ANLATIRKEN SEKTÖR KELİMESİNİ KULLANDINIZ, ÜLKEMİZDE BİR ENDÜSTRİ KOLU OLUŞTURMAKLA BİRLİKTE, GERÇEKTEN SEKTÖR OLMA ÖZELLİĞİNİ TAŞIYOR MU SİNEMA?

Birçok arkadaşım ve meslektaşım bu işe sektör diyor ancak hayır, bir sektör değiliz. Mesela bizim yaptığımıza ‘Piyasa’ diyebiliriz, örneğin; ‘Dizi piyasası’ ya da ‘Film piyasası’… Çünkü bir sektörden bahsedebilmek için öncesinde zemini endüstriye dayandırmak lazım. Ben üniversiteyi bitirip Yeşilçam’a geldiğimde bir avuçtuk, şimdi ise üç avuç olduk ama bunun ötesine geçemedik.



PEKİ, SİZCE NEDEN KENDİ FİLM ENDÜSTRİMİZİ GELİŞTİREMEDİK VE SEKTÖR OLAMADIK?

Üniversiteyi bitirip de Yeşilçam’a geldiğim günden bu yana piyasa içinde 28 senem geçti. Çok büyük ustalarla da çalıştım ve o zamanlarda bir sinema ruhu vardı, bu piyasadaki insanlar resmen can havliyle çalışıyorlardı, çünkü yaptıkları şeyi çok ama çok seviyorlardı. O dönemlerdeki pek çok insan bu işi yaparken para falan konuşmazdı. Mesela, Kadir Savun bunun sadece ve sadece bir örneğindir ki, daha çok isim sayılabilir. 28 yıl sonrasında baktığımda da ise paranın miktarını belirleyen, bütçeye karar veren ve daha birçok konuda yaptırıma sahip olan bir taraf var ve eşitsizlik söz konusu. Tabii bunun böyle olmasında bizim birlik olup da ortak menfaat noktalarında karar kılıp, birleşip, işbirlikçi tavırdan uzak olmamızın büyük payı var. Bunun yanı sıra, profesyonellikten uzaktık ve hatır, gönül ilişkileriyle yaptık işlerimizi, masaya oturup paranın da işin de planlamasının ciddiyetle altı çizilmedi. İşin sonunda alınacak olan parayı peşin peşin konuşup, ilk o konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışmak, her ne iş yapıyorsanız yapın, toplum olarak genelde ayıp gibi gelir bize. Hemen hemen hepimizin ‘Aman efendim lafı bile olmaz’ ya da ‘Estağfurullah, bu zaten benim işim’ gibi yaklaşımlarımız var ve bu aslında çok tehlikeli bir durum çünkü, suistimale açıktır. Amerika’daki bir aktör ya da aktristin yapım şirketiyle yaptığı sözleşmenin kalınlığına denecek söz yok. Onların sözleşmelerinde bizim aklımıza bile gelmeyecek bir çok küçük detaya bile geniş geniş yer verilir ve istekleri bitmez tükenmez haldedir. Bizde ise sözleşme diye bir kavram yok. Bu nereye kadar böyle gidecek diye sorarsanız; oyuncu sendikası kurulacak bakalım, yönetmenlerin sendikası ise varla yok arası ve bunlar birlik beraberlikle birlikte profesyonelleşmeyi de getirecek. Nasıl amerika’da senaristler grev yapabiliyorsa bizim de yapabilmemiz lazım. Bunun için de ben çalışmıyorum dediğimde, diğer meslektaşlarımın da çalışmıyorum diyebilmesi ve birbirimize destek vermemiz lazım. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra yapılması gereken daha pek çok şey var ama bunlardan başlayarak hareket ettiğimizde profesyonelleşme ve akabinde de endüstrileşme, sektörleşme başlayacaktır.



TÜRKİYE’DE SİNEMA, İMKANSIZLIKLARDAN İMKAN OLUŞTURAN BİR MECRADIR DİYE BİLDİK HEP VE BİZ BUNUNLA HEP ÖVÜNDÜK. ANCAK BUNUN SEKTÖRE ZARARI DA OLMADI MI SİZCE?

Evet, doğrudur, Türk sineması zorluklara göğüs gererek, yoklukları göz ardı ederek var etmeye çalışarak yaşadı hep. Yabancı meslektaşlarımız bize hep hayranlıkla bakarlardı çünkü hem yokluk içindeyizdir, hem de profesyonelizdir ve bir engelle karşılaştığımızda hemen alternatif çözümler üretir, elimizdeki işi başarıyla sonuca ulaştırırız. Bahsettiğim gibi, eskiden bu işleri gönül işiyle yaparken, zorlukları bir şekilde aşmaya çalışmak da boynumuzun borcu durumundaydı. Günümüzde ise zorluklar yine var ama yaşanan sıkıntının şekli değişti. Eskiden malzemeden yana yoksunluk yaşıyorduk ve bin bir türlü alternatif üreterek iş yapıyorduk, şimdi ise malzeme var ama televizyon dizilerinin süreleri yüzünden sıkıntı çekiliyor. Yüz dakika bir diziyi her hafta çekebilmek için bir şeylerden fedakarlık edilmek zorunda. Ama işte daha o yıllarda tavır, durumu kabullenmek ve birçok sıkıntıya rağmen ses çıkartılmayıp da türlü zorluklara rağmen üretime devam etmek şeklinde olmasaydı, Türk sinemasında gelinen nokta daha iyi olabilirdi belki. Biz bu tavrı cefakarlık, vefakarlık deyip baş tacı ettik ama seslerimizi yükseltip, durumu kabullenmeseydik apayrı bir bilinç doğacaktı. Mesela 1980 öncesinde SİNESEN vardı ve sigortasız eleman çalıştırmaz, uzun çalışma sürelerinin karşısında durur ve daha pek çok haksızlığa engel olmaya çalışırdı. Biz susup, var olanla yetinmeye çalıştığımız ve daha da kötüsü bireysel düşündüğümüz sürece durum hep vahim kalacak. Kamera arkasında da, önünde de birlik olmak ve hakkını aramak çok önemli. Şunu da belirtmek istiyorum; ben, yapımcılara karşı örgütlenelim demiyorum, yapımcılar bizi anlasın ve onlar da muhatabı dağıtımcısı ya da daha farklı her kimse gidip ona, ‘Bak ben bu işleri yapıyorum ama daha fazlasını istiyorsan, bana şu şu kolaylıkları sağlamalısın’ desin. Ana mal sahiplerine söylenmesi gereken ve onlarında kulak ardı etmemesi gereken konular var.



KAMERA ARKASI ELBETTE ÇOK ÖNEMLİ AMA YAPIMLARDAN SÖZ EDERKEN HEP O FİLM YA DA DİZİNİN İSMİ DEĞİL DE OYUNCUSUNUN İSMİYLE AÇIYORUZ BAHSİ. BURADAN HAREKETLE TÜRKİYE’DE CASTIN, KAMERA ARKASINDAKİ EKİPTEN DAHA ÖNEMLİ OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİR MİYİZ?

Sinema filmi için de, televizyon dizileri için de tabii ki en önemli bölüm cast değildir. Önemli olan hikayeye uygun casttır. Ama Türkiye’ deki düzen, son on ya da onbeş yıllık zaman diliminde, eğer bir oyuncu halk tarafından çok sevildiyse, yapımcının ‘Ey çok sevilen oyuncu; sen bir iş yapmıyor olsan da al şu parayı gel buraya, göz önünde dur’ dediği bir düzen halini aldı. Artı8k proje kadar oyuncuya yatırım yapılır hale geldi. Bu şekilde bir yapımcıya bağlanmış bir oyuncuya trilyonlar versem de gelip benim projemde oynamaz çünkü, adı üstünde ‘Bir yapımcıya bağlanmış oyuncu’dur artık o ve anlaşmasını bozamaz. Böyle akitler yapmış o oyuncular da ortada bir anlaşma olduğu için, anlaşmayı yaptıkları yapımcının işaret ettiği tüm projelerde, sanki başka kimse yokmuş gibi sürekli olarak ön plandadırlar. Aldıkları paralarda asla gözüm yok. Sorun birilerinin maaşlı oyuncusu gibi olmak ve bu da bir oyuncu için dünyanın en kötü şeyi olsa gerek. Bu durum aslında oyuncuyu bloke etmektir.



İŞİNİZİ YAPARKEN KENDİNİZİ ÖZGÜR HİSSEDİYOR MUSUNUZ?

Kesinlikle evet, hatta işini yaparken kendini en özgür hissedenlerdenimdir herhalde. Bu yüzden gereğinden fazla çalışmam ya da çabuk iş bırakırım. Çünkü ben işime aşığım! Eşim bile ‘Öncelikli olan ben miyim yoksa işin mi?’ diye sorduğunda ben, ‘İşim’ yanıtını verebilmiştim ve hala da evliyiz. Sansür konusuna da gelecek olursak, ben zaten kendi otosansürünü uygulayan bir yönetmenim. Bazı şeylerin açık seçik gösterilmemsinden de hoşlanmıyorum. Mesela son zamanlarda dizilerde hep küçük gelinler konusu işleniyor. Tamam bu toplumda var olan bir problem, çekelim ama senarist bu konuyu anlatırken, işin yatak boyutunu da yazarsa iş değişir. Senarist yazsa da ben çekmem onu! Hadi diyelim sen evlendirdin on üç yaşındaki çocukla yetmiş yaşındaki adamı ki bu resim zaten çok iğrenç, bu iğrenç resmi biz de çektik ama detayları vermeye ve durumu iyice katlanılmaz hale getirmeye ne gerek var? Biz bu hikayeyi çekerken gerdeği de çekmeyelim, kamera dışarıda kalsın! Dehşeti, vahşeti, iğrençliği çarpıcı olmak adına gözler önüne sermenin ne anlamı var? Sinema her şeyi göstermek değildir! Sinema anlatmaktır. Ben milyarlarca harcama yapıyorum zaten, böyle bir yatırımı niye insanları rahatsız etmek için kullanayım ki? Ya da bir eroin bağımlısını anlatmamız gerekiyorsa aşama aşama o bağımlının bu maddeyi nasıl kullandığını mı gösterelim izleyiciye? Ya da mesela sigara unsurunu illaki dakikada bir araya sıkıştırmamız mı gerek? Dikkat edilmeli çünkü, özendirme gibi bir boyutu da var bu işin. İma gibi bir imkanı kullanmak reddedilmemeli. Işık, oyuncular, kameralar ve bir çok imkan varken elimizde, inatla açık açık bir şeyleri anlatmaya çalışmak yerine imkanları kullanalım.



Faruk Teber: ‘Sinema her şeyi göstermek değildir! Sinema anlatmaktır’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder